‘HAYVANLAR BIZIM ORTAK DEğERIMIZ’

Sokak köpeklerinin ‘uyutulması’ yasa tasarısı ve sosyal medyada videosu paylaşılan Şanlıurfa’daki şiddet olayları... Gündemimizde hep sokak hayvanları var. Sosyal bilimci ve hayvan hakları savunucusu Mine Yıldırım “Sokak hayvanlarıyla yaşama geleneği, Türkiye’de son derece özgün, kültürel ve toplumsal bir değerdir” diyor.

Sokak hayvanlarını korumak, beslemek ve onları bir mahalle sakini gibi görmek bizim kültürümüzde var. Kadir Has Üniversitesi doktor öğretim üyesi, kent araştırmaları yapan sosyal bilimci ve Dört Ayaklı Şehir: Kent, Doğa, Hayvan Çalışmaları Derneği koordinatörü Mine Yıldırım ‘İhtimam ile Şiddet Arasında: İstanbul’un Köpekleri’ başlıklı doktora tezinde işte bu kültürü araştırıyor. 1910 Hayırsızada vakası olarak bilinen, 80 bin köpeğin Sivriada’ya sürgün edilip öldürülmesine ve bu olayın toplumsal sonuçlarına odaklanıyor. Yıldırım’la sokak hayvanlarıyla ilgili gündem maddelerini konuştuk.

Kent araştırmaları yapan bir sosyal bilimci olarak sokak hayvanlarının ‘uyutulması’yla ilgili yasa taslağını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sokak hayvanlarıyla ilgili 5199 sayılı yasadaki değişiklik teklifini pek çok hayvansever gibi endişeyle karşılıyorum. Köpeklerin toplanması, belirli bir süre beklenmesi ve sahiplendirilemeyen hayvanların öldürülmesine yönelik bir yasa teklifi. Bu kaygı verici gelişmelerin kanun teklifinden çıkarılmasını umut ediyoruz. Çünkü sokak hayvanlarıyla yaşama geleneği Türkiye’de son derece özgün, kültürel ve toplumsal bir değerdir. Böyle köklü bir geleneği ortadan kaldırmaya çalışmanın yıkıcı sonuçları olacağını düşünüyorum.

Hangi açıdan böyle düşünüyorsunuz?

Biz yalnızca hayvanları değil, toplumdaki temel şiddetsizlik eğilimini ve arayışını kaybedeceğiz. Şiddetin kapıları açılacak... Hayvanların varlığını ve yaşamını hedef alan her türlü şiddet pratiği başka şiddetlerin de onaylayıcısıdır. Kaldı ki hayvanlar bizim ortak değerimiz. Toplumumuzdaki bir arada yaşama, dayanışma, birbirine bakma, özen gösterme, merak etme, besleme, koruma ilişkilerine dayanan bir kültür. Bunu ortadan kaldırdığınızda çok temel bir adalet duygusunu yıkmış olursunuz.

Geçen hafta Şanlıurfa’da bir şiddet olayı yaşandı. Kuduz olduğu gerekçesiyle bir belediye işçisinin köpeği öldürdüğü iddia edildi ve videosu sosyal medyada paylaşıldı.

Türkiye’de aktif bir kuduz sorunu yok. Ancak kuduzun tedavisi olmaması ve aşılamaların yetersizliği nedeniyle bu hastalık her zaman bir olağan şüpheli. Şanlıurfa Eyyübiye’de de böyle oldu. Önce hayvanların kuduz olduğu iddia edildi. Batıkent ve Payamlı mahalleleri karantinaya alındı. Ancak oraya giden veteriner hekim arkadaşlarımız böyle bir kuduz vakasının olmadığını belirttiler. Zaten Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi de kuduz olmadığını ve hayvanların öldürülmediğini açıkladı. Ancak eşzamanlı olarak sosyal medyada belediye işçilerinin videoları yayımlandı. Belediye bu kişilerin kendi bünyesinde çalıştığını reddetti, geri dönüşüm işçileri olduklarını söyledi.

Hayvanlara yönelik şiddetin kaynağı nedir sizce?

Hayvanlara yönelik şiddet son derece özgün bir şiddet türüdür. Türkçedeki tabiriyle yanına kâr kalmakla beslenen, cezasızlığın neredeyse teşvik işlevi gördüğü bir tür. Bireysel ve kamusal alanların yanı sıra aile ilişkilerini de etkiler. Çünkü hayvana şiddet uygulayan kişi toplumun içinde, bir evde yaşıyor. Belki bir ailesi var. Bu şiddet evde kadına ve çocuğa yönelik olarak, eşzamanlı devam ediyor. Politik ve tarihsel olarak biliyoruz ki hayvana yönelik şiddet bir toplumdaki şiddetin en ileri boyutlarındandır.

Hayvan popülasyonunu kontrol altına almanın çözümü nedir?

Bir popülasyonu ancak sağlıklı olduğunda sabit bir sayıda tutabilirsiniz. Kısırlaştırma ve aşı popülasyonu korur, arttırmaz. “Kısırlaştır, aşılat, yerinde yaşat” yöntemiyle birçok sorunu çözebiliriz.

 

‘BEBEK YILANDAN KORKMAZ’

◊ Bir insan neden hayvana şiddet uygular? Aile eğitimi mi korku mu?

Korku çok kuvvetli bir duygu. Ama korkularımız, içinde yaşadığımız toplumla şekilleniyor. Anadolu’da bebeklerin 2-3 yaşına kadarki dönemlerine yılan boğan yaşı denir. Yani bir bebek yılandan korkmaz. Yılanı eline alıp sıkar. Bir köpeğin bir insana saldırmasını kamu sorunu olarak ele alıp bunu çözmenin yollarını aramak gerekirken bir köpeğin işlediği ‘suçu’ bütün bir türe mal etmemek gerekiyor.

“Yalnızca hayvanları kaybetmeyeceğiz. Şiddetin kapıları da açılacak. Adalet duygumuz yıkılacak.”

 

BU COĞRAFYADA HAYVANLARI KORUMA GELENEĞİ VAR

‘İhtimam ile Şiddet Arasında: İstanbul’un Köpekleri’ başlıklı bir doktora tezi hazırladınız...

1910 Hayırsızada vakasından günümüze yaşananlara odaklandım. Kentlerde hayvanlarla ilgili yapılan siyasetin ikili yapısını anlatmaya çalıştım. Bir tarafta şiddete, diğer yanda da ona tepki olarak güçlenen bir ihtimam, yani koruma ilişkisine odaklanıyorum. Türkiye’de cezasızlıkla önü açılmasına rağmen, hâlâ hayvanlara yönelik şiddetin sadece münferit vakalar olduğunu düşünüyorum. Bu coğrafyada hayvanları koruma geleneği var. 

80 bin köpeğin Sivriada’ya sürgün edilmesi nasıl sonuçlar doğurdu?

Olay 1910’da İstanbul’da yaşandı. 80 binden fazla sokak köpeği toplandı. En uzak, en küçük adaya götürüldü. Üzerinde yerleşim olmayan Sivriada, Hayırsızada ismini bu dönemde kazandı. Nisandan ekime kadar, altı ay hayvanlar, güneşin altında aç ve susuz kaldılar. Acılı bir şekilde öldüler.

Halkın tepkisi ne oldu?

Hemen ardından Balkan Savaşları’nın patlak vermesi, imparatorluğun çözülmesi, büyük Şarköy depreminin yaşanması ve yangınların çıkması bir işaret olarak görüldü. O dönemin anlatılarında bunun bir ‘lanetlenme’ olduğundan bahsedilir. Masum canlılar, ‘kanatsız melekler’, ‘ağzı var, dili yok’ gibi tabir edilen canlıların nedensiz yere öldürülmesinden dolayı bir suçluluk duyulduğunu görüyoruz. ‘Köpeklere bunları yaptığımız için başımıza bu olaylar geldi’ diye düşünülüyor. 1912’de İstanbul’da yeniden hayvanları görüyoruz. Köpekler boşuna ölüyor, yöntem işe yaramıyor.

2024-06-16T04:01:57Z dg43tfdfdgfd