ŞAIRLER IKIYE AYRıLıRLAR, BEN âşıKLARı TUTUYORUM: ORUç ARUOBA

Çocukluklarımız aslında bir hastalık gibi gelişir bizimle. Biz insanlar ilk şeklimizi o hayalhanenin bize giydirdiği hastalıklı elbise içinde alırız. Bu, bizim şiirimizin de, felsefemizin de ve hatta dinimizin de temelinde yer eder. Orada gelişip yönünü bulamayan her süreç dönüşeceğimiz kişiliklerin, taşıyacağımız kimliklerin içereceği omurganın neye ne kadar dayanacağını da belirleyen tek şey olur

"Kendin olmayı yeniden öğrenmek gerek -yıllar yılı unuttun onu yalnızca: Bunu da 'koşullar'a, 'hayatın akışı'na, 'sorumlulukların'a falan bağlamaya kalkışma- bahane bulmağa çalışma: Sendin, sendeki asıl senin anlamını, önemini, değerini göz ardı eden: korkaklıkla işin kolayına kaçan…

 O işte şimdi hesabını soruyor o sahici senin, senden: ne yaptın sen sana?!" 

Yazı, en çok da şiir, bir illüzyonistin önce kendi yarattığı akıma kapıldığı yerdir. Bu akıma tutulmadan, çarpılmadan uyanmak da mümkün. Fakat oradan sağ çıkabilirse kişi, Oruç Aruoba gibi. Böylece sözcüklerle yazının içini doldurup onun gölgesini ondan daha da heybetli hale getiren Oruç Aruoba, şair mi? Filozof? Zerdüşt? Keşiş? Tüketen toplumun bir parçasıyken, hem tüketen hem de tüketirken hızla tükenen bir insanın bütün ünvanlarının dışında biri kalarak arayan bir insanın ne olduğunu tanımlamak gerekli mi, ne aradığına bakarak, ama bilmeden ne aradığını? Adını, "hakikat" diye bildiğimiz "doğru"nun, aslında büyük çoğunluk için neye benzediğini, ne işe yaradığını bilmediğimiz bir şeyi arayan birini neden kategorize etmek zorundayız? Tasniflemek, sınıflandırmak, kategorize etmek onu, ne olduğundan çok ne olması gerektiği konusunda ezberlemek için izlenen bir yol. Ezberler bu yüzden çabuk bozulur. En nihayetinde niyetince herkesin ezberleri bozan bir tarafı muhakkak ki var. İş oluş bu ki, buraya vardığında kişinin, hem içinde bulunduğu toplumla hem kendiyle arasında olacak olan şey, hır-gür. Sessiz kavgalar daha uzun sürer, gürültülü olanlardan. İpleri gere gere kopacak kıvama getiren de bu olur. Oruç Aruoba, insanlar arasında yazan, yazanlar arasında bir insan. Aramış ilk gençliği boyunca bulmak istediği şeyi, görmek istediği gibi. İlk gençliğinde -herkeste olduğu gibi- içinde, "çak! çak! çak! çak!" diye dönen hüzün çarklarının mutluluk veren sarhoşluğundan sıyrıldığında sonra bir gün birden, sordurur şu soruyu: "Aradığını bulmuş mu peki?" Bulmuş gibi.

Yazan insanlar arayan insanlardır. Arayış içinde olduğunu bilenler daha çok yazanlardır. Aradığını bilmeden dolaşanlar da var elbette insan kavminin içinde. Onlar okuma yazma bilseler de neyi bilip neyi bilmemenin bir gösterişe dayandığına inanırlar, başka da bir inançları olmaz hayatları boyunca. Mektepli olsun ya da olmasın insanın başkalarından çok kendisi için ne olduğunu belirleyen etkenler onun hayatı boyunca ilgilendiği konularla şekil alırlar. Dinden çok uzağa fırlatılıp atılmış felsefe bunlardan biri. Felsefe, bir bakıma başka çeşit bir fıkıh. İlimsel açıklamasından önce düşünürsek onu, ilk anlamıyla birlikte; dini ilkelerin işletilmesiyle yıkılmış bir hukuk sistemi ve felsefeyle ortak noktası, akla ve aklın değirmenlerini çeviren duyulara dayanması.

Adına layık olmak için mi, yoksa içinde taşıdığını bildiği bir damarın çatlayıp yırtılması yüzünden mi? Bilemiyorum. Çocukluğu boyunca oruç tutan, babasıyla bayramdan bayrama namaza gitmekten çok hoşlanan biriyken, dünyayı görmüş insanı tanımış gibi birden varoluşun insanın benliğinde bir saatin sarkacı gibi takılıp kalmış ve sormaya başlamış, "Ben kimim?" ve "neden!" Aruoba'yı "Türkiye'nin Nietzschesi" olarak niteleyenler galiba ne onu ne de Nietzsche'yi onun gibi anladılar. Ona da Nietzsche'ye de bakanlar, ölenin Tanrı değil, onun hakikatleri olduğunu anlatan "Zerdüşt"ü gördüler. Oysa Nietzsche bir yerde Tanrı'nın ölümüyle ilgili şöyle der, "Ben Tanrı'yı çağdaşlarımın yüreklerinde ölü buldum." 

Dini betikler insana ne katabilir? "Din" derken, her bir insanın kendi erdemleri ve ahlak çerçevesinde ortaya çıkan davranışlarının neredeyse bütün kaynağı… Felsefe, bu betiklerle iç içe geçtiğinde insana nasıl şekil verir? Pek çok şeyi ve hatta kişiliğini etkileyecek, bütün kişiliklerin üzerinde ruh hali değil, bir başka kişiliğini insana bir aynada onun tam da aksi bir kişiymiş gibi göstererek. İnsanın kendine katlanması konusunda zorluklar yaşatsa bile, erdemin neden haysiyetli bir mesele olduğunu da tembihleyen bir kişilik. Manevi perspektifin felsefeyle uzlaşamayacağını kim iddia edebilir? Açık olan şu; "Hani"de yarattığı "O" her şey de olabilir pek tabii, ama "O"ndan benim anladığım o boşluğun bir hoşluk olsun diye değil, bir anlamı olsun diye biçimlenmiş, bir işaret sıfatından çok yaratılmış birinin yarattığı, çünkü ona ihtiyaç duyduğunu bildiği bir kumaştan kendine bir elbise diktiği. Neden? Hiçbir zaman onu tamamlayacak şeye ulaşamayacağından. Arayışın, bekleyişe evrilip sürüp gitmesi de bundan.

"Ne beklediğini bilerek –ama, beklemeden- yaşayacaksın: en çok beklediğinin de, gelse bile birgün, hiçbir zaman beklediğin anlamda gelmeyeceğini bilerek…  

Yaşamın bir bekleme olacak –ama, beklemeden yaşayacaksın."

Çocukluklarımız aslında bir hastalık gibi gelişir bizimle. Biz insanlar ilk şeklimizi o hayalhanenin bize giydirdiği hastalıklı elbise içinde alırız. Bu, bizim şiirimizin de, felsefemizin de ve hatta dinimizin de temelinde yer eder. Orada gelişip yönünü bulamayan her süreç dönüşeceğimiz kişiliklerin, taşıyacağımız kimliklerin içereceği omurganın neye ne kadar dayanacağını da belirleyen tek şey olur. Yani babalığını, geldiğinde bir zaman oturup sorgulayan bir adam, aslında babasını sorgular. Bu da bir arayıştır. Aruoba, ölmeye karar verdiği bir gece oturup yazdığı "Zilif"de bunu yapmıştır mesela. Yer yer her şeyi kaybettiğini dile getirdiği satırlarda, -insanın içinde hıçkırıklar yankılanır, ağlasa boğulacak gibi olur- bir insanın varoluşunun tükenişe sırtını dayadığını mağrur, ama erdemli bir insan olmakta ısrar ederek yaşadığı hayatını gözbebeklerimizin içine çizer gibi anlatır. Fakat kendini öldürmez, çünkü bir başka ölümü tattığını anlar ve bu, hava aydınlanmaya başladığında yeniden doğmak olarak ortaya çıkar. Sadece bir babanın çocuğuna son sözleri ya da açıklanmaya mahkûm ve muhtaç kalmış bir yaşantının açıklaması değil tabii. Bulmuş gibi konuşup yazanlara bakıyorum da bu açıdan da çok şey anlatan bir uzun mektuptur "Zilif," dökülmüş kelimelere.

Edilmiş her sözde, yazıya dökülen her kelimede geriye ketler vura vura çocukluğuna dönenler, kendiliklerinden alınan kendilerini ararlar. Bir gün kendisinden giden kendisinin döneceğini bilerek, ama insanın kendine geldiğinde artık kendi olamayacağını da ileri sürerek.

Sorgulamanın mekruh mu, haram mı ve yer yer neden günah sayıldığını da ancak onun gibi yaşamış ve aradığı şeyin görüntülerine sarıldıkça boşluğun zalim akıntısına kapılmış olanlar anlayabilir. İnançlarımızın yarattığı inançlar doğrultusunda hakikate doğru yükselen çağrılardan ibaret halkalarıyla halk olmuş bulduğunda kendini varoluşun, önüne çekilmiş bir derin çizginin göründüğünden de daha derin olduğunu anladığında, aradığının içinde bir şey olduğunu ve onun da kırıldığını anladığında, kendini bulmuş bulur. Bir bekeleme odası olan bu dünyada bir odada, bir oda bu dünyada artık ne kadar yer kaplarsa… 

"Her ölüm dünyada bir çatlak açar – bir boşluk bırakıpÖyle gider her kişi: öteki kişiler de, şimdi, o çatlağıKapatmakla, o boşluğu doldurmakla görevlendirilmişHissederler kendilerini."

"Derviş" diye nitelediğimde bir şairi ya da herhangi birini, dervişliğin ne olduğu konusunda kafaları karıştıran şey, toplumsal ve dini kategorize edişlere hapsolmuş zihinlerin yarattığı bir karmaşadır sadece. İnsanın oluşu, "ol" dedikten sonra oluş sürecinin başlamasından başka hiçbir şey değil. Hayatın ve insanın kendi hayatının onu ezip cıvalaştırdığı an başlayan şey bütün çatlaklardan içeriye sızacak kadar ustalaşması, ama bunun da farkına geç varmasıdır. Civanın nasıl bir yapısı var bilirsiniz, bölündükçe artan bir şey gibidir ve bütün parçacıkların o kavuşma anı onu ne kadar parçalansa da bütünleşirkenki halinin bir hakikat gösterisi olduğudur. Oruç Aruoba, hayatı boyunca parçalanan, bölünen bir kişiliğin sonunda kendiyle bir araya gelişin ortaya çıkardığı kayboluşa karıştı. Arayanlar bir gün gelir kırklara karışırlar, ben de orada, onu tanıdığım ilk gün gibi şimdi, bu karışmaya kalkışmayı bekliyorum. Şairler, diğer türde yazanlardan çok daha fazla hata yaparlar hayatları boyunca. Arayışın, sanki bir sonu varmış da oraya varmışlar gibi birden kategorize edildiklerinde birçoğunun "nihilist" olarak nitelenmesi, şiir yazmak dışında hiçbir iş yapmadıkları anlamına gelmediği gibi "hiç"i daha da anlamlı kılmıştır insanlık tarihi boyunca. Aşkınlığın bir yaratıcı olarak şiirin de yarattığı şairler vardır ve şairler "sadece şiir yazanlar" ve "aşıklar" diye ikiye ayrılırlar. Aradıkça bulan, buldukça kaybolanlar aşıklardır. Ben âşıkları tutuyorum.

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

  ]]>

2024-06-15T20:16:46Z dg43tfdfdgfd